12 Eylül 1980’de 12 yaşındaydık. Gördüğümüz ilk ‘darbe’ydi. Hem de öyle postmodern falan değil, tanklı toplu gayet klasik, anlayacağınız ‘tam teşekküllü’ bir darbeydi. 12 yaşındaki bir çocuğun kafasında o gün olan şuydu: Siyasetçiler, memleketi yönetememiş, ‘anarşi ve terör’ü önleyememiş, sonunda müdahale edip ‘memleketi kurtarmak’ yine askerlere kalmıştı. Nitekim bir anda ‘huzur ve sükûn’ ortamı sağlanmış, ‘halk rahat bir nefes almıştı.’ Mesele bu kadar basitti. Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali ve aynı dönemde İran’daki Humeyni hareketinin Şah’ı devirmesiyle ‘Türkiye’deki darbe’ arasındaki ‘irtibat’ı görebilecek yaşta değildik. Bölgede Amerika’nın tutunmasını sağlayan en önemli ‘ileri karakol’ Türkiye idi ve bu gelişmeler karşısında mutlaka ‘sağlam kazığa’ bağlanmalıydı. ABD Başkanı Carter, Türkiye’deki gelişmeleri takip ediyordu zaten, darbenin gerçekleştiği gece ‘Damdaki Kemancı’ müzikalini izliyordu. Haberi kulağına ‘Türkiye tamamdır, kimlerin müdahale etmesi gerekiyorsa onlar müdahale etti’ diyerek ilettiler. Nitekim, CIA’nın Ankara’daki istasyon şefi Paul Henze, haberi Washington’a ‘our boys have done it’ diyerek, yani ‘bizim çocuklar (darbeyi) yaptı’ diyerek vermişti. Darbe, Türkiye’nin bağlandığı ‘sağlam kazık’ oldu. Darbenin başındaki Kenan Paşa, zaten her şeyi beş yaşındaki çocukların da anlayabileceği bir Türkçe’yle anlatıp duruyordu. Sonraki yıllarda hep merak ettiğim şeylerden biri şuydu: Acaba ‘Kenan Paşa’ ve Milli Güvenlik Konseyi’ndeki (MGK) ‘silah arkadaşları’ kendilerine bu darbeyi yaptıran ‘dış dinamik’in idrâkinde miydiler, ‘kimlerin çocuğu’ durumunda olduklarını biliyorlar mıydı? Rusların Afganistan üzerinden petrol sahalarına sarkması, hemen sonra İran’daki sadık müttefiki Şah’ın da devrilmesiyle Washington’dakilerin nasıl korkulu rüyalar görmeye başladıklarını biliyorlar mıydı acaba? (Aslında bir tahminim var ama, 12 Eylül darbesinin kurduğu idam sehpalarında can verenleri, ister sağcı ister solcu olsun yüzbinlerce gencin hayatlarının baharını cezaevlerinde, işkencehanelerde çürüyerek geçirmiş olduklarını düşündükçe aklıma getirmek istemiyorum.) 12 Eylül’ün üzerinden daha bir ay geçmeden idam sehpaları kurulmuştu. Yüzbinlerce genç, cezaevlerinde senelerce hakim yüzü görmeden yatmıştı, onbinlercesi işkencelerden geçti, işkence tezgahından kalkamayanlar oldu. KAYIP KUŞAKLAR Bizler bunları yaşamadık, ama bizim kuşaklar da 12 Eylül rejiminin çerçevesini çizdiği toplumsalsiyasal koşullarda okumak ve büyümek zorunda kaldı. 1985’te üniversiteye girdiğimizde Türkiye’nin üzerinden tam manasıyla bir buldozer geçmişti. Ezilmiş, sindirilmiş, korkutulmuş, üzerine adeta deli gömleği giydirilmiş bir Türkiye vardı artık. Denilebilir ki, 12 Eylül’ün Türkiye’ye vurduğu asıl darbe toplum, siyaset ve kültür hayatının iğdiş edilmesi oldu. Bir kuşak hapishanelerde erirken, bir sonraki de çoraklaştırılmış bir toprakta nefes almaya, hayata tutunmaya çalıştı. 12 Eylül kuşağı bir ‘kayıp kuşak’ oldu. Biz 12 Eylül’de yapılacak referandumu, ‘darbeyle hesaplaşma’ olarak görmüyoruz. O kadar basit değil. Darbelerle böyle hesaplaşılmaz. Nasıl hesaplaşıldığını merak edenler, İspanya, Portekiz, Yunanistan örneklerine baksın. Ama yine de 12 Eylül 2010’da yapılacak referandumda ‘hayır’ diyeceğiz diye ortaya çıkan ‘siyasetçi’yi, ‘aydın’ı, ‘sendikacı’yı görünce insanın ülkeye olan inancı kayboluyor, içi kararıyor. ‘Neden hayır diyeceksiniz’ sorusuna cevap veremiyor, gevelemeye başlıyorlar. Veremezler de! Hükümet ile kavganız olabilir, ama bu referandumda ‘hayır’ oyu vermek 12 Eylül’e ‘evet’ demektir. 12 Eylül’e ‘evet’ demek de öyle basit bir ‘vebâl’ değildir hani. Allah affetsin, ne diyelim.